2020 Uluslararası Hrant Dink Ödülü Türkiye’den Osman Kavala'ya verildi

Her sene Hrant Dink’in doğum günü olan 15 Eylül’de düzenlenen bir törenle açıklanan ve bu sene on ikincisi verilen Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nü, Türkiye’den Osman Kavala aldı. Uluslararası ödülün sahibi ise Mısır'dan Mozn Hassan oldu. Ödül, insanlara mücadeleye devam etme yolunda ilham ve umut veren, ayrımcılıktan, ırkçılıktan, şiddetten arınmış, daha özgür ve adil bir dünya için çalışan kişi, kurum veya gruplara veriliyor.

Ödül töreninde okunan Osman Kavala'nın cezaevinden mektubunun tam metni şöyle:

Hrant Dink Ödülü’ne layık görülmek benim için büyük bir onur. Jüri üyelerine teşekkür ederim. Şu sıra cezaevinde Hrant’ın yoldaşlığına daha fazla ihtiyaç duyuyorum; bu ödülle kendimi Hrant’a daha yakınlaşmış hissedeceğim.

Ben Hrant gibi, bazılarını tanımış olmaktan gurur duyduğum hak savunucuları gibi, haklar ve özgürlükler mücadelesine hayatını adamış birisi değilim. Ama yaptığım işlerde eşit yurttaşlık ilkesini gözetmeye, insan hakları ve azınlık haklarına olan duyarlılığı arttırmaya gayret ettiğimi söyleyebilirim. Farklı toplum kesimleri, farklı ülkelerde yaşayanlar arasında oluşmuş önyargıların, aklı kullanarak, konuşarak ve dinleyerek aşılabileceğine inanıyorum. Sanatın ve edebiyatın katkılarından birinin de, insanlara bu yeteneği kazandırmak olduğunu düşünüyorum. Bu amaçlara hizmet ettiğini düşündüğüm bir dizi projeyi Anadolu Kültür’den arkadaşlarla birlikte gerçekleştirdik.

Ancak, katılmış, emek vermiş olduğum bazı girişimlerin amaçlanan etkiyi doğurmamış olması, ya da yaşanan gelişmelerin bu etkiyi unutturması hayal kırıklığı yaratıyor.

Farklı şartlarda, eşitliğin ve özgürlüğün yaşandığı bir ortamda kolaylıkla arkadaş olabilecek gençlerin, Güneydoğu’da, Irak’ta da, Suriye’de birbirlerini öldürmeleri içimizi kanatıyor. Ortak bir kültüre kaynaklık etmiş Ege’nin ve Akdeniz’in paylaşılamaması, Ermenistan ile sınırımızın hala kapalı olması üzüntü veriyor.

Ama umutsuzluğa kapılmıyorum. Farklı çalışmalar için gittiğim pek çok şehirde, Diyarbakır’da, Batman’da, Van’da, Selanik’te, Beyrut’ta, Erivan’da, insan aklının ve vicdanının ortak olduğuna inanan, barışı ve eşitliği savunan gençleri, sanat ve düşünce insanlarını tanımış olmak iyimserliğimin temel kaynağı.

Şu sıra benim gibi birçok yurttaşımız için yakıcı mesele, Cumhuriyet’in hukuk devleti olma niteliğinin tahribata uğraması.

15 Temmuz darbe girişiminden sonra ilan edilen OHAL ile, daha önce Ergenekon, Balyoz ve KCK davalarında görüldüğü gibi, yargının seçilmiş kişileri ve grupları cezalandırmak için kullanılması meşru bir uygulama haline geldi. OHAL resmen kalktı ama olağanüstü hal iklimi devam ediyor. İktidarın belirlediği alanda hukuk normlarına değil siyasi önceliklere, mesajlara göre davranılıyor ve bu normal karşılanıyor.

Somut olguların nesnel bir bakış açısıyla incelenip mantıklı bir değerlendirilmesiyle suçluya ulaşılması kuralı, rasyonel düşüncenin de gereği. Bu kural işletilmeyince, gerçeklik algısı da kolaylıkla manipüle edilebiliyor.

Hukuksuz uygulamaların büyük kısmının kamuoyunca tanınmayanların maruz kaldığı hak ihlalleri olduğunu gözardı etmeden, son dönemde yaşanan birkaç olayı hatırlatmak istiyorum.

Selahattin Demirtaş, AİHM’in ihlal kararı vermesinin ardından tahliye edildiği dosyasındaki zaten kullanılmış olan delillerle, yeni bir suçlama ile tutuklandı.

Ahmet Altan, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası bozulduktan sonra örgüte yardım suçundan yine ağır bir ceza aldı, tahliye edildikten sonra mahkemenin yetkisini aşan kararı ile yeniden tutuklandı.

Diyarbakır Belediyesi Başkanı Selçuk Mızraklı, bir itirafçı tanık beyanı ile tutuklandı ve 9 yıl 4 ay ceza aldı.

Gazeteciler Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Murat Ağırel, Ferhat Çelik, Müyesser Yıldız, Aydın Keser ve Hülya Kılınç daha önce kamuoyuna duyurulmuş bir bilgiyi haber yaptıklarından dolayı tutuklandılar.

ÇHD Başkanı Selçuk Kozağaçlı ve ÇHD’li avukatlar tahliye edilmelerinin hemen ardından yeniden tutuklandılar, tahliye eden heyet dağıtıldı ve sadece itirafçı ve gizli tanık beyanları ile onlarca yıl ceza aldılar.

En acı veren, cezaevindeyken kendilerini hayattan kopartarak hukuksuzluğu protesto edenlerin  ölmelerini izlemek. Avukat Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal’ın adil yargılanma talepleriyle ilgili uzun bir süre  adım atılmamış olması, hukuk normlarıyla birlikte insan hayatına verilen değerin de erozyona uğradığını gösteriyor.

Yargının evrensel hukuk normlarına göre çalışması, farklı düşünce ve inançta olanların ortak etik değerler etrafında birleşebilmeleri için de önemli. Bu olmadığı zaman, sıradanlaşan hukuksuzluk, kanıksamayı da beraberinde getiriyor. İnsanlar ancak kendileri, yakınları ya da benzer inançları paylaşanlar haksızlığa uğradığı zaman tepki gösteriyor. Bu davranış, geçmişte işlenen gerçek suçlarla hesaplaşmanın da önünde bir engel.

Gene de umudumu kaybetmiş değilim; bu duruma alışmayanlar da hatırı sayılır bir güç oluşturuyor. Yargı bağımsızlığının, yargıda temel hukuk normlarını hakim kılmanın, demokrasi için öncelikli bir şart olduğunun, bugün siyasi aktörler ve sivil toplum kuruluşları tarafından daha iyi anlaşıldığını gözlemliyorum.

Benim başıma gelenle ilgili olarak farklı düşünceleri savunan siyasetçilerden, köşe yazarlarından itirazlar gelmiş olması, ülkemizde gerçek bir yargı reformunun gerçekleşebileceği konusunda iyimser olmama yardım ediyor.

Sanal suç yaratma dönemi kapanırsa, sağlıklı bir birlikte yaşama ortamının koşulları gerçekleşebilir diye ümit ediyorum.

Hrant Dink Vakfı’na, Hrant’ın eski ve yeni arkadaşlarına en içten selamlarımı iletiyorum.